Barış ve İnkılâp
Lozan Konferansı-10 Temmuzla 1 Kasım İnkılâpları arasındaki fark- Meclisin yenilenmesi-Barış programı- Vahdettin, İstanbul halkı, memurları ve gazetecileri.
Vakit Muhabirine demeç:
– Lozan Konferansından şu ana kadar yazık ki net bir fikir edinemiyorum. Fazla ateşlilik ve tartışma görüyorum. Çok haklı olan bakış açılarımızı şu ana kadar kabul edilebilir bulmuyorlar. Görüşümüzü onaylatmak için bizim kararlığımız, ordumuzun gücü gerekli idi.
İkinci sorum bu noktayı özetlemeye uygundu:
– Sayın Paşa, hem 10 Temmuz’un, hem 1 Kasımın başarılı bir kahramanıdır. İki inkılâp arasındaki ayrımı kendilerinden işitmek isteriz, dedim.
– Bu iki inkılâp arasındaki ayrım anlatılamayacak derecede büyüktür sanıyorum. Birincisi, milletin yaratılışı itibarıyla aradığı hürriyet havasını soluduğu kanısına vardıran bir harekettir. Ancak ikincisi, milletin özgürlük ve egemenliğini gerçekten saptayan ve duyuran bir mutlu inkılâptır; ve kuşku yok, yalnız Türkiye’de değil, tüm dünyada önemsenmeye değer bir yenilenmedir.
Sayın Paşanın açıklamalarını ayrıntılara taşımak için İstanbul’da geçmiş bir tartışmaya gerek gördüm:
– Bazıları iki inkılâbın içerdiği yönetim biçimi arasında bir ayrım olmadığına inanmış görünüyorlar. Örneğin: “Meşrutiyette sorumsuz bir yerde tutulan hükümdar, gerçi kendiliğinden bir başbakan atar görünmektedir. Ancak bir tahlil ve tecrübeden sonra bu başbakanı güvenle yerinde tutup tutmamak, yine Millet Meclisi’nin elindedir. Bütün yürütme işlerinde sadrazamın imzası olmadan hükümdarın imzasının bir önemi olmaz. Şu hâlde bugünkü icra vekilleri heyetini o zamanki heyet-i vekile ile karşılaştırırsak, iki yönetim biçiminde büyük bir ayrım görmemek gerekir” diyorlar, dedim.
Sayın Paşa ana konuya dönerek, buyurdular ki:
– 10 Temmuz inkılâbı bir zorba hükümdar ile millet arasında en fazla kayıtlar ve şartlar ile denge arayan bir düşünüş biçimi üretmeye yönelik idi. Oysa ki son inkılâp, meşrutiyeti bile hürriyet ve milletin bağımsızlığı için yeterli göremez ve kayıtsız şartsız egemenliği milletin sorumluluğunda tutan köklü bir ilkeye dayanır. Bu ilkenin ifade ettiği usül biçimi hiçbir zaman da eski biçimlerle kıyaslanamaz.
Bugün Türkiye devleti doğrudan doğruya bir Meclis, bir hükûmet kurulu ile yönetilir: Sonsuza kadar böyle yönetilecektir.
Türkiye devletinin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinin ifade ettiği manayı anlayabilmek için, anayasasını dikkatle incelemek gerekir. Bu konuda benim tarafımdan verilen bir söylevi gözden geçirmek de uygun olur.
-Teşkîlât-ı Esâsiye (Anayasa) kanunumuzun verdiği bilgi bazılarınca bir noktadan bir madde eklenmesi gerektiği kanısını oluşturmuştu; Meclisin iki yıldan oluşan toplantı süresi bitmeden Meclis dışındaki milletin bireylerinin kanaatlerini yoklamak gereği oluşursa bunun yapılması nasıl olacaktır?
– Bunun için bir madde eklenmesine gerek yoktur. Gerçek durum karşısında Meclis, buna ilişkin yöntem çerçevesinde bir karar vermeye yetkilidir.
-Sayın Paşa, barış görüşmelerinde bulunuyoruz; bugünkü Meclis toplantı süresini millî amacın gerçekleştirilmesi ile destekleyip sınırlandırmıştır. Meclis Bakanlar kurulunu barış anlaşmasının imzasına yetkili kılmak gibi bir karar verince kendisini millî amaca ulaşmış sayılabilecek midir?
– Kuşkusuz Meclis, kabul edilebilir göreceği barış şartlarını onayladığı gün, varlık nedeni olan millî görevleri tamamlamış olacaktır, ve anayasada açıkça belirtildiği üzere iki yıl sürmek üzere yeni seçimler yapılacaktır.
-Sayın Paşa da ülkemizin her noktasını tanımış, ihtiyaçlarını hakkıyla bildiğini de başarılarıyla kanıtlamıştır. Özellikle saldırıdan kurtarılan yerleri göz önüne alarak eğer millî çalışmaları bir sıra numarası altına almak gerekse, en başa hangi çeşit çalışmaları geçirecektir?
– Buna ilişkin barıştan sonra ilan edeceğim programda yeterli açıklamaları göreceksiniz.
Sayın Paşayı programın ana temelleri hakkında söyletmek mümkün olmadı ve ikinci görüşme bu gizliliğin nedeninden bir haber verdi. Dün tüm millî istekler Misak-ı Millî üzerinde toplanarak savunma yolunda ülkeye nasıl bir dayanak noktası bulunmuş ve başarılı olunmuşsa, Paşa hazretleri yarın da millî gelişim için öyle bir dayanak noktasını kararlaştırırken, kendi deyişleriyle, ülkenin aydınlarını “yazılı” bir kongreyede buluşturmayı tasarlamışlardır. O cevaplar gelip toplandıktan sonra seçilmiş bu kurulun yardımıyla bunları gözden geçirecekler ve tüm halk kitlesini, yerden kaldıracak bir idare unsurunu o zaman harekete getireceklerdir.
Sayın Paşada yeni bir kaynak bularak bunu kendi kendime bile unutturmak ister gibi sustum ve sorumu Malta’nın yeni konuğu ile ilişkilendirdim dedim ki:
– “Vahidettin’in ilk hareketleri hakkındaki yargınızı Meclisteki demecinizle öğrenmiştik. “Türkiye’nin ölüm cezası kararını ayağa kalkarak tüm bedeniyle kabul eden Vahidettin’in bu alçakca davranışıyla yalnız kendisine yakışır bir davranışı kabul etmiş olmaktan başka hiçbir şey yapmış olmadığını” söylemiştiniz. O zaman kaçmamıştı; bu son ayıbı üzerine yargınızı nasıl tamamlar ve anlatırsınız?”
– Benim tarafımdan fazla söz söylemeye gerek yoktur. Yaptığı hareketi, söylediğim sözleri doğruluyor.
Söylemeyi tasarladığım sorular sona ermişti; içerdeki oturumda, belki İstanbul memurlarının yazgısı söz konusu oluyordu. Sayın Paşaya son sorun olarak, İstanbul halkı, İstanbul memurları hakkındaki duygularını sordum ve İstanbul gazetelerinin Millî Savunmadaki çalışmaları nasıl yorumladığını anlamak istedim, cevap verdiler:
– Bunların hepsi başlangıcından beri çok özverili ve yurtseverce çalışmışlardır. Son zamanlardaki fiilî görüntüleri de geçmiş hareketlerini taçlandırmıştır.
İstanbul halkı ve memur ve gazetecilerini başlı başına güvenilir bir güç olarak görebiliriz.
Acaba Meclis böyle mi düşünüyordu? Ve İstanbul’un yedi mahallesi değil yedi büyük dağı bugünkü resmi ifadeyle yok sayılan ve bilinen bir kötüler takımının ateşine yanmaktan bakalım nasıl kurtulacaktır. İstanbul’a avans verilmesi görüşmesi Mecliste egemen olan duygu ve düşünceleri ortaya çıkaracaktır.